Kurbaga OLmak İstiyorum!

Kurbaga OLmak İstiyorum! PrensLe isim yok; benim derdim evrim geçirten öpücükLe!


Masallar masallar masallar... Ders verenler, nostaljik olanlar, erotik uyarlamalar hiç fark etmez, hepsini çok severim. Sıradan masallarla büyümedim ben, ağlayınca gözünden inciler akan minik kızın, büyüyünce yürüdüğü yolları gül bahçesine çevirerek prensi tavlama masallarını dinledim anneannemden. Babaannem ise, hiç uğraşmazdı bu kadar hayali şeylerle, babamla halamın yaptığı muzurlukları masallaştırıp anlatırdı.


Dolayısıyla “beyaz atlı prens” veya moda deyişle “beyaz yatlı taş” sendromuna kapılacak bir masal geçmişim hiç olmadı. Hatta ailede erkek bile pek yoktu. Anne tarafım düpedüz “dişi”lerden oluşuyordu. Erkekleri ya gömmüş, ya postalamışlardı. “Koca sülalenin tek erkeği benim” diye takılırdı babam onlara.


Kuzenimle bitmez tükenmez evcilik oyunlarımızda bile inatla erkek olurdum. Kadın olan “ev” olarak belirlenmiş sınırlarda (genellikle koltuklardan birinin arkası ) oturup, bebekleri uyutup, yemek yaparken; erkek çok daha geniş bir alanda (tüm ev ) bisikletle gezer, kötü adamlarla savaşır, macera yaşardı. Üstelik hayatımdaki ilk aşkım da beni inanılmaz bir hayal kırıklığına uğratmıştı. Çocukluğunu her anıyla hatırlayan bir insan olmasam da, bu anım -garip bir şekilde- çok net. Anaokulunda, o zamanki aklımla aşık olduğum bir çocuk vardı, bir gün altına yapmıştı. Yıkılmıştım, ağlayıp durmuştum tüm gün. Zaten olmayan “mükemmel erkek” inancım da bilinç altımdan büsbütün silinmişti böylece.


Buket Uzuner, bir romanında “Peri masallarındaki erkek, kızların yalnızca mutsuz kadınlar olmasına neden olan bir kara bir kahramandır, ölümcül bir fantezidir. Peri masallarıyla büyütülen kızların, hayatta ne kadar başarılı, zeki, üretken, cesur veya çalışkan olursa olsunlar kendilerini eksik hissetmeleri gerçekte olmayan erkek modeline bir türlü rastlayamayışlarındaki hayal kırıklığıdır ” der. Ben tamamen tesadüf eseri, pamuk prenses ve külkedisi gibi pek çok masalın gizliden gizliye zerk ettiği bu zehirden paçayı kurtarmışım; ama bambaşka bir masalın zehirinde resmen boğulmuşum: Kurbağa prens! Bugün hayatıma giren erkekler konusunda hiçbir katı kuralım olmamasına, hatta uç noktalardaki insanlara garip bir ilgi duymama karşın, resmen takıntılı olduğum bir konu var: öpüşmek! Bu “önemsemek” olarak nitelendirilemez, fetiş gibi engellenemez, göz ardı edilemez bir takıntı. Kızlar bir erkekten ne bekler ? Sürpriz dolu olsun, arasın sorsun, yakışıklı olsun, şımartsın, güzel planlar yapsın... Bir erkek bunların bir kısmını iyi yapıyorsa, kalanını göz ardı edilebilir. Ama işte ben öyle değilim. Bir erkek istediği kadar “ideal, aranan erkek” kalıplarına uysun, onu öptüğüm anda kendimi süper hissetmiyorsam, o harika adamı saniyede istemsiz olarak harcıyorum. Dili fazla kullanma, köpekleşme merakı olan erkeklerin sayısı hiç az değil, onlara zaten “defolu” damgası basmışımdır anında; ama “iyi işte öyle kötü de değil aşmış da değil “ öpüşenler bile kesmiyor beni. Nedir bu işin sırrı, iyi öpücük nasıldır dense, cevap veremem heralde; ama iyi öpen kimdir, sorusuna cevap olarak verebileceğim birkaç kişim (ne yazık ki sadece 3) var.


“Kurbağa prens” masalından kim ne dersler manalar çıkarmıştır bilemem; ama ben bugün o masaldan şunu anlıyorum: Bir erkek, isterse ilgi alanınıza girmeyen bir erkek olsun, güzel öpüyorsa, olay biter! Son prensinizdir. Bu yüzden dönem dönem saçmaladığım, acaba bu son prensim mi diye her önüme çıkan kurbağayı (Buradaki kurbağa kapsamıma son derece yakışıklı adamlar da dahildir. Kurbağa çirkinlik sembolü değil, belirsizlik sembolüdür benim için. Neye dönüşeceği kestirilemez. ) öptüğüm olmuştur. Bol bol hayal kırıklığı da yaşamışımdır. Bugün hala doğru düzgün bir ilişki yaşayamamamın , dengesiz davranışlar sergilememin sebeplerinden biri bu takıntımdır. Bu yüzden masallara mı, bu konuda beni eğiten benden 6 yaş büyük ilk hocama mı, yoksa yakın geçmişte güzel öpücüğün nasıl olduğunu bir kere daha bana kanıtlayan insana mi kızsam karar veremiyorum. Ama sanırım yapılacak bir şey yok. Arabası olan erkek, esmer erkek, uzun boylu erkek, çalışan erkek , zengin erkek takıntım yok, benim de takıntım bu!





Not: Bu yazım Radikal Genç'te yayınlanmıştır.

Çalışana değil, çalışmayana “VAH YAZIK”

Türkiye’deki gelir dağılımının eşitsizliği hepimizce bilinen, hatta artık “doğal” kabul edilen bir gerçek. İkoncan Eda Taşpınar’ımızın giyip de rafa kaldırdığı bir ayakkabının bedeli olan parayla bir sene boyunca tüm ihtiyaçlarını karşılamaya çalışan insanlar yaşıyor bu ülkede.


Ben, çok temel ihtiyaçları lüks kabul ederek yaşam savaşı – “savaş” kesinlikle abartılı bir kelime değil, “çaba” olarak nitelendirmek hafif kaçar.- verenlerden olmadım hiçbir zaman. 2.500 euroluk çantalar takan, toplu taşıma araçlarını kullanmayan, ne yaptıkları meçhul olmasına rağmen gündemden düşmeyen “cemiyetin tanınan simalarından” birinin kızı da değilim. Annem ile babam bana oldukça iyi standartta bir yaşam sağlayabiliyor; ama bunun için gerçekten çok çalışıyorlar.


Türkiye’de böyle şanslı doğmuşsan, yani ailenin maddi durumu seni okutmaya ve sen okurken masraflarını karşılamaya müsaitse, yaşın yirmilere ulaşsa da “çalışmak” gibi bir çabaya girmezsin. Zaten anne babalar da “Senin sorumluluğun okulunu güzel notlarla bitirmek” benzeri cümleleri tekrarlayıp durduğundan, kışları okula gidip, yaz tatillerinde iki seksen yatmayı, eğer “zorunlu staj”ın varsa bir ayda onu aradan çıkartıp tembelliğe devam etmeyi marifet sanırsın. Ailesi ortalamanın üzerinde gelire sahip olanların, mezun olup yirmili yaşları devirirken “ilk defa” çalışmaya başlaması da bu yüzdendir.


Ben de work & travel programı ile Amerika’ya gidip çalışmasaydım, şu anda hiç iş deneyimi bulunmayan bir üniversite öğrencisi olacaktım. Amerika’da daha on sekiz yaşını doldurmamış çocukları harıl harıl çalışırken gördüğümde, onlarla aynı yaşlarda olan kardeşimi arayıp ne yaptığını soruyordum. Ya havuzda oluyordu, ya da arkadaşlarıyla playstation turnuvası yapıyordu.


Para kazanmanın zevkini alıp, daha fazla para kazanma hevesine kapıldığımız bir gün, Los Angeles’ta bir alışveriş merkezinde iş görüşmesine giderken, “İstanbul’da mesela Akmerkez’de mağazalara girip işe ihtiyacımız olduğunu söyleyerek iş arar mıydık?” diye sormuştuk kendimize. Cevap “ Asla!” olmuştu. Amerika’da kasiyerlik yapıyorduk, ama Türkiye’de çalışma fikrini küçümsüyorduk. Saçmaydı! Türkiye’ye döner dönmez hepimiz iş aramaya başladık. Ben Biletix’te çalıştım, bir arkadaşım Les Ottomans’ta, diğer bir arkadaşım ajansa bağlı olarak organizasyonlarda çalıştı. Böylece Amerika’da başlayan çalışma hayatımızı İstanbul’da da sürdürdük. Değişik çevrelerden insanlarla tanıştık, tatlı yoğunlukta bir tempoda yaşadık ve lüks hayallerimizi gerçekleştirmek için para kazandık.


Güzel bir yaz tatilinin ardından bu sene de okulu engellemeyecek part time iş aradığımı çevreme söylediğimde aldığım tepki “Niye çalışıyorsun ki, senin ailenin maddi durumu gayet iyi.” oldu. Annemle babam da “Neden çalışmak istiyorsun? İlla çalışacaksan bari bir hukuk bürosunda çalış.” Diye memnuniyetsizliklerini belli ettiler.


“Okuduğun bölüm haricinde bir işle kendini geliştiremezsin. Eğer üniversite öğrencisi olarak çalışıyorsan, ailen yeteri kadar para kazanamıyor ve senin masraflarını karşılayamıyordur.” Şeklindeki kalıp düşünce de açığa çıkmış oldu böylece. Bir öğrencinin çalışması, ailesinin gelirinin azaldığının ve bu gelirle öğrencinin kirası ve cep harçlığı gibi giderleriyle başa çıkamadığının göstergesiydi. Başka bir açıklaması olamazdı. (!!!)


Benim Zara’da çalışmaya başlamamı bütün arkadaşlarım yadırgadı. Ya babam iflas etmişti, ya da ben iyice keçileri kaçırmıştım. (!) “Daha pahalı markalardan giyinebilirsin; ama gidip orada insanlara hizmet edeceksin. Bir sorunun olmadığından emin misin?” gibi iyi niyetli fakat bir o kadar da yoz yaklaşımlara öfkeleniyordum.


Aynı günlerde Kanada’dan gelen arkadaşlarım Anson ve Kerime ile Leb-i Derya’da yemek yiyip sohbet ederken bu konuyu açtım. Arkadaşlarımın verdiği tepkilere çok şaşırdılar, Kanada’da çok çok zengin ailelerin çocuklarının bile garsonluk gibi hizmet temelli işler yaptıklarını, çünkü çalışmayanların “looser” kabul ediğini, çalışmıyor olmanın iş bulamayacak kadar yeteneksiz olduğun anlamına geldiğini ve öğrencilerin birbirlerine part time işleriyle hava attığını açıkladılar.


Türkiye’de işsizlik yadsınamaz bir problem; ama bir de “iş beğenmeme” problemi var. Herkes müdür olmanın “birkaç milyarcık” maaşla iş hayatına atılmanın peşinde, yoksa “iş yok” diyip evde oturmayı tercih ediyorlar.


Hepimiz “Beni garsonluk / kasiyerlik yaparken görenler ne düşünür” komplekslerini aşıp, evde yayılma zamanını çalışarak değerlendirsek, hem okunan bölüm dışındaki işlerden de pekala çok şey öğrenilebileceği anlaşılır; hem Avrupa turuna çıkma, 1.000 DVD’lik koleksiyona sahip olma, en sevilen grubun dünyanın diğer ucundaki konserine gitme, hep ertelenen kurslara yazılma gibi hayaller gerçek olur; hem de kafalardaki bir kalıp daha kırılır. Çok da hoş olur hani.



Not: Ekim 2008'de Radikal Genç'te yayınlanmıştır.
 

Design in CSS by TemplateWorld and sponsored by SmashingMagazine
Blogger Template created by Deluxe Templates